Ece Burgaz
Çizer, Karikatürist
19.08.2018
1980 yılında, İstanbul’da doğdum. Tüm hayatım İstanbul’da geçti. 2002’de İstanbul Üniversitesi, İletişim Fakültesi, Halkla İlişkiler Bölümü’nden mezun oldum ancak resim tutkumu daha fazla bastıramıyordum. Aynı yıl yetenek sınavlarına girdim ve Marmara Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Resim Bölümü’nü kazandım. Hayatımın çizmediğim bir bölümünü hatırlamıyorum açıkçası. Kendimi bildim bileli çiziyorum, resim yapıyorum. Dergilerdeki çizerlik maceram ise 5 yıl kadar önce başladı, 2014’ten bu yana da LeMan dergisi ailesinden Bayan Yanı’nda köşem var.
Çizgi roman/illüstrasyon ilginiz ne şekilde başladı? Sizin için ne ifade ediyor ve bu mecrayı neden seçtiniz? Etkilendiğiniz, size hocalık yapan isimler oldu mu?
Öğrencilik yıllarım boyunca sıkı bir L-Manyak okuruydum. Haftalık mizah dergilerini almayı falan bırakmıştım ama L-Manyak bir gün gecikse sinirim bozuluyordu. L-Manyak’taki tüm çizerlerin işlerini çok seviyordum. Ressam olduğum için içeriğin/esprinin yanı sıra çizgi kalitesi ve özgünlük de benim için çok önemliydi. Dolayısıyla dergide çizgi tadını ve özgünlüğünü tartışmasız en çok beğendiğim çizer Doğan Pehlevan idi. Hala dünyadaki çizerleri keşfetmeye çalışıyorum ama onunki kadar özgün bir çizgiye sahip olan çizerin çok çok az olduğunu görüyorum. Kendimi, zihnimin karanlık yanlarını ifade etmek için ben de zamanla çizmeye başladığımı hatırlıyorum. Evde kendi kendime çizdiğim hikayelerim birikince toplayıp onları Doğan Pehlevan’a götürdüm. Doğan işlerime bakmayı kabul etti ve baktıktan sonra benden çizer olabileceğine inandı. Sonrasında eksiklerimi tamamlayabilmem için de çok destekledi. Onun da desteğiyle bir süre L-Manyak’ta köşem olsun diye uğraştım fakat o arada L-Manyak dergisi bir değişim geçirdi. Bu değişimi görünce çabalarımı Bayan Yanı’na yönelttim ve Bayan Yanı’nda çizmeye başladım.
Oğuz Aral gibi kadın çizerlere önem veren bir rol modelimiz olmasına rağmen mizah dünyasında halen “kadından çizer olmaz” kafasında olan arkadaşlarımız var. Ustam Doğan Pehlevan beni ciddiye aldı ve desteğini esirgemedi, ben çabaladıkça o da bildiği her şeyi öğretti… Sonradan bu konu üzerine çok düşündüm, Doğan Pehlevan’a değil de cinsiyetçi bir çizere işlerimi götürseydim muhtemelen pek çok can sıkıcı durumla uğraşacaktım. Kadınların mizah dünyasında var olması için en çarpıcı mücadeleyi veren isim ise Tuncay Akgün… Leman, L-Manyak ve Bayan Yanı’nı yöneten, kadın-erkek demeden çizerlere bir okul gibi derginin kapılarını açan, fırsat veren kişi Tuncay Akgün’dür. Tuncay Akgün’ün ve Ramize Erer’in emekleriyle özellikle Bayan Yanı’nda kadın çizerler kendilerine yer buluyor, yeni kadın çizerler yetişiyor…
Ne tip hikayeler anlatmayı seviyorsunuz çalışmalarınızda temel bir tema ya da dert var mı?
Bayan Yanı dergisinde tabii ister istemez kadınların bakış açısıyla dünyayı aktarma, hepimizin yaşadığı ortak durumları tespit etme çabam oluyor. Zaman zaman gündemle ilgili karikatürler de çiziyorum. Türkiye’de ne yazık ki siyasi gündemden kaçış yok ancak sürekli gündeme ve siyasete takılı kalmayı tercih etmiyorum. Bazen tüm bunlardan alakasız bir karikatür ya da çizgi-hikaye çizebiliyorum. Karanlık yanlarımı ortaya serip başkalarından “ben de böyleyim” gibi tepkiler almak çok mutlu ediyor.
Hem okur hem de çizer olarak kalbimin derinliklerinde, zihnimin karanlık dehlizlerinde yatan bir başka şey ise kirli mizah… L-manyak’a olan tutkum da bundandı. Tabulardan uzak bir alan olduğu için ilgimi çekiyor. Kirli bir hikayem varsa genelde çekmecemde kendime saklıyorum artık. Onun dışında çizgi anlayışım, ana akım olandan kaçışım “alternative comics”e beni daha yakın tutuyor.
Kullandığınız özel bir teknik ya da stil var mı? Varsa nasıl oluştu, gelişti? Sizi en iyi ifade eden filminiz, çalışmanız?
Son dönemde resimlerimle, çizi-hikayelerimi ve karikatürlerimi en iyi şekilde nasıl birleştirebileceğime kafa yoruyorum. Çünkü ressam olarak yakaladığım özgünlüğü çizerliğe taşımak istiyorum. Gerçi resimlerim de artık çizerliğimden beslenir hale geldi. Yani her ikisi de birbirinden besleniyor. Karikatürlerimi bilgisayarda renklendirmek yerine sulu boya, guaj ya da pastellerle resim yapar gibi renklendirmeye çalışıyorum. Bunun dışında çok özel bir teknik kullanmıyorum.
Beni en iyi ifade eden bir çalışmamı seçemiyorum açıkçası. Hepsi çocuklarım gibi. Bir de bugün aşırı beğendiğim bir işimi bir süre sonra pek de sıra dışı bulmayabiliyorum. Ruh halim ve deneyimim sürekli değişim halinde.
Çalışmalarınızda size en önemli unsur nedir? Hikaye, karakter, tasarımı, görsel dünya, mesaj…?
Eskiden içeriğin ve biçimin -sizin deyiminizle hikayenin ve görsel dünyanın- ayrı şeyler olduğunu düşünüyordum ve içeriği daha önemli buluyordum. Yeni sanatçılar keşfettikçe ve kendim de deneyim kazandıkça biçimin nasıl harikulade şekilde içeriği haykırdığına şahit oldum. Aynı şekilde ortada müthiş bir içerik/hikaye varsa o da müthiş özgün çöp adamlarla, yani harika bir biçimsellikle dışarı fışkırır. Hayatında hiç çizmemiş ama müthiş hikayeleri olan insanların eline kalem alıp nefis çizgiler çıkardığını bizzat gördüm. Şu anda Türkiye’de çok tanınmış bazı çizerlerin bile başta hiç çizgiyle alakası olmadığını söyleyeyim. Yalnızca “Ben bu hikayelerimi çizmek istiyorum” deyip çat diye çizerliğe başlayanlar var içlerinde. Diğer yanda da benim gibi güzel sanatlar kökenli olanlar var. Ancak samimi olmam gerekirse güzel sanatlar eğitimi almamış bazı çizerlerin çizgileri daha özgün geliyor bana. Hakikaten ben de çoğu zaman eğitimin yarattığı koşullandırmaları çizgimden silip atmaya uğraşıyorum. Her neyse özetleyeyim… Kuşun bir kanadı içerik diğer kanadı biçim bence. Yani ikisi de uçuş için hayati önemde.
Kimler ya da neler size ilham veriyor? Favori, en sevdiğiniz çizerler, kitaplar, karakterler?
Açıkçası ilham kaynaklarım; çevremdeki insanlar, ailem, kendi yaşadıklarım, kapitalizmin görünmeyen etkileri ve günlük yaşama dair gözlemlerim. Çiftleşirken kahvemin içine düşen iki sinek de müthiş bir hikayeye ilham kaynağı olabilir. “Hangi profesyonelleri takip ediyorsun?” derseniz; Fantagraphics’ten ve Drawn & Quarterly’den çıkan tüm çizerleri internetten takip ediyorum. Ama şimdilerde en büyük keşif kaynağım Instagram olmaya başladı. Bazen dünyanın öbür ucunda yaşayan ve paylaşımları yalnıza 10 beğeni almış bir çizerin işi beni tanınmış çizerlerden çok daha fazla heyecanlandırabiliyor. Edebiyatta; Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tanpınar, Sabahattin Ali, Oğuz Atay, José Saramago, J. D. Salinger, Samuel Beckett, Ivan Gonçarov, Herman Melville, Robert Walser tüm kalbimle sevdiğim yazarlar. Bu yazarların hikaye anlatış biçimi kesinlikle benim hikayelerimi etkiledi diyebilirim. Bağımsız sinema açısından çok tutkulu bir insandım bir dönem. Yerli sinemadan Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Derviş Zaim, Reha Erdem filmlerini hatmetmiştim. Federico Fellini, Woody Allen, Jim Jarmusch, Andrey Tarkovski, Aleksandr Sokurov, Michel Gondry, Richard Linklater, Hayao Miyazaki gibi isimlerin filmlerini delirmiş gibi tekrar tekrar izliyordum. Yine son olarak ağzım açık izlediğim filmlerin Nanni Moretti ve Paolo Sorrentino filmleri olduğunu söyleyebilirim. Son 3-4 yıldır ise bilgisayar ekranı gözümü çok rahatsız ettiğinden fazla film izleyemiyorum. Bir de ufak bir tavsiye vereyim; tüm bu kitaplar, filmler çok iyidir hoştur, kaliteli bir tüketimdir ama bir noktadan sonra masaya oturup “üretmeniz” de gerek. Yoksa beni bıraksanız sonsuza kadar kitap okuyarak geçirebilirim zamanımı ama yaratıcı bir bünye iseniz tüketimle üretimi dengelemeniz lazım bence. Çünkü zaman sınırlı ve kendi sanatınızı keşfetmek adına da yapmanız gereken çok iş var.
Kadın olmanızın çalışmalarınızda size eksi ve artıları oldu mu? Olduysa neler?
Yukarıda da bahsettiğim gibi ustam Doğan Pehlevan ve büyük usta Tuncay Akgün sayesinde ben kadın çizer değil insan çizer muamelesi gördüm. Fakat piyasadaki başka çizerlerin ağzından kimi zaman kulaklarıma çok cinsiyetçi laflar çalındığını itiraf edeyim. O kadar marjinal insanların ağzından “Kadından çizer olmaz yavv” gibi laflar duymak çok acı oluyor tabii. Ben ustamı seçerken aynı zamanda çok karakterli, hümanist ve marjinal sıfatıyla bile anlatılamayacak derecede farklı bir insanı seçmişim. Dolayısıyla bu tür cinsiyetçi engellere çizer ortamında şahsen maruz kalmadım. Ancak günlük yaşamda maruz kaldım. Taciz, ayrımcılık, toplumsal baskı, psikolojik şiddet bunların hepsini çoğu kadın gibi ben de yaşadım, yaşıyorum. Başıma gelenler de ve ülke gündemi dolayısıyla bunlar çizgilerime ister istemez yansıyor. Biz dünya toplumu olarak hala çok ilkel bir dönemde yaşıyoruz bence. Ben bu konuları işlemekten hoşlanmıyorum ama bazen başka bir şey elimden gelmiyor.
Çizgi roman, karikatür ya da illüstrasyon için gerekli gördüğünüz altyapı nedir, olmazsa olmazları neler?
Olmazsa olmazı, çizmeye duyulan tutkudur bence. Çizmeyi istersin ve çok çizerek kendini otomatikman bir yere getirirsin. Altyapı konusu, kişinin çizdiği yola göre inşa edeceği bir süreç. Altyapı için gerekli her şeye internetten kolayca ulaşabildiğimiz bir çağda yaşıyoruz zaten. O yüzden altyapı süreci öyle gözde büyütülecek ağır bir şey değil. Yukarıda bahsetmiştim, bazı çizerler hiç çizgi altyapısı ya da eğitimi olmadan bu işe dalmış ve çok da başarılı olmuştur. Tutku olsun, o yola baş koyulsun yeter.
Türkiye’de çizgi roman ve illüstrasyon dünyasını nasıl değerlendirirsiniz? Geçmişi, bugünü?
Üretenler ve izleyiciler açısından Türkiye’nin geçmişi de bugünü de müthiş zenginliklerle dolu. Aynı zamanda da müthiş engellerle… Yeni nesilde sadece yerel değil, dünya standartlarında çizerler var. Öte yandan Türkiye’de demokrasi açısından krizler bitmiyor. Bu kriz, sanat dünyasındaki özgürlükleri de olumsuz etkiliyor. Hem özgürlükler hem de ekonomi sınırlı. Böyle bir ortamda çizer olarak ayakta kalamayacağını düşünüp sanat tutkusunu bastıran, başka alanlara kayan pek çok genç insan olduğunu düşünüyorum. Örnek vermek gerekirse mizah dergileri kapanıyor, var olanlar ise güçlükle ayakta duruyor. Yine pek çok yetenek geçim kaygısıyla reklam ajanslarına kayabiliyor ki bu reklam dünyası adına bir kazanç olsa da sanat adına bir kayıp. Ben de yıllardır full time bir iş yaparak geçimimi sağlıyorum ve sanatsal üretimimi geceleri uykularımdan fedakarlık yaparak sürdürebiliyorum ne yazık ki…
Peki Türkiye ve dünyadaki geleceği?
Türkiye’nin ötesinde dünyada da oldukça karanlık bir tablo hakim aslında. Politikaya, ekonomiye ve ekosisteme dair distopya senaryoları adeta gözlerimizin önünde gerçeğe dönüşmeye başladı. Sanat bir yandan bu çöküşten ilham alıyor ama diğer yandan da sanatçılar bu çöküşün içinde savruluyor. Marka olmuş, isim yapmış, network’ü sayesinde kendini iyi pazarlayanların haricinde bağımsız çizerlerin dünyada da ekonomik sıkıntılar yaşadığını biliyorum. Üretim zenginliği ve kalitesi açısından sorarsanız Türkiye ve dünya arasında büyük farklar göremiyorum. Türkiye’de de dünyada da tüm yaratıcı bünyelerin elinin altında internet var ve hepimiz bu kaynaktan ihtiyaç duyduğumuz kadar besleniyoruz. Dolayısıyla algı seviyesi ve üretim kalitesi arasında büyük farklar göremiyorum artık. Ama nitelikteki bu ilerlemeye rağmen nicelik olarak ülkemizde sanatçı olmayı göze alan insan sayısı gitgide daha az olabilir.